7 Eylül 2020 Pazartesi

KUVÂYİ MİLLİYE DESTANI



KUVÂYİ MİLLİYE DESTANI


BAŞLANGIÇ


ONLAR

Onlar ki toprakta karınca,

suda balık,

havada kuş kadar

çokturlar;

korkak,

cesur,

câhil,

hakîm

ve çocukturlar

ve kahreden

yaratan ki onlardır,

destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

Onlar ki uyup hainin iğvâsına

sancaklarını elden yere düşürürler

ve düşmanı meydanda koyup

kaçarlar evlerine

ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler

ve yeşil bir ağaç gibi gülen

ve merasimsiz ağlayan

ve ana avrat küfreden ki onlardır,

destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

Demir,

kömür

ve şeker

ve kırmızı bakır

ve mensucat

ve sevda ve zulüm ve hayat

ve bilcümle sanayi kollarının

ve gökyüzü

ve sahra

ve mavi okyanus

ve kederli nehir yollarının,

sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı

bir şafak vakti değişmiş olur,

bir şafak vakti karanlığın kenarından

onlar ağır ellerini toprağa basıp

doğruldukları zaman.

En bilgin aynalara

en renkli şekilleri aksettiren onlardır.

Asırda onlar yendi, onlar yenildi.

Çok sözler edildi onlara dair

ve onlar için :

zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,

denildi.


BİRİNCİ BAP


YIL 1918-1919

ve

KARAYILAN HİKÂYESİ


Ateşi ve ihaneti gördük

ve yanan gözlerimizle durduk

bu dünyanın üzerinde.

İstanbul 918 Teşrinlerinde,

İzmir 919 Mayısında

ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar :

Mayıs ortalarından

Haziran ortalarına kadar

yani tütün kırma mevsimi,

yani, arpalar biçilip

buğdaya başlanırken

yuvarlandılar...

Adana,

Antep,

Urfa,

Maraş :

düşmüş

dövüşüyordu...

Ateşi ve ihaneti gördük.

Ve kanlı bankerler pazarında

memleketi Alaman'a satanlar,

yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar

düştüler can kaygusuna

ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından

karanlığa karışarak basıp gittiler.

Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,

en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,

dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,

iki kat soyulmamak için.

Ateşi ve ihaneti gördük.

Murat nehri, Canik dağları ve Fırat,

Yeşilırmak, Kızılırmak,

Gültepe, Tilbeşar Ovası,

gördü uzun dişli İngiliz'i.

Ve Aksu'yla Köpsu,

Karagöl'le Söğüt Gölü

ve gümüş basamaklı türbesinde yatan

büyük, âşık ölü,

şapkası horoz tüylü İtalyan'ı gördü.

Ve Çukurova,

kıyasıya düzlük,

uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya

ve Seyhan ve Ceyhan

ve kara gözlü Yürük kızı,

gördü mavi üniformalı Fransız'ı.

Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.

Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu

ve ağalar :

Bağdasar Ağa'dan

Kellesi Büyük Mehmet Ağa'ya kadar,

düşmanla birlik oldular.

Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,

gelinlerin ırzına geçip,

çocukları öldürüp

ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman,

dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan

ve çığ gibi çoğaldı çeteler

ve köylülerden paşalar görüldü,

kara donlu köylülerden.

Ve bizim tarafa geçenler oldu

Tunuslu ve Hindli kölelerden.

Ve Türkistanlı Hacı Ahmet,

kısık gözleri,

seyrek sakalı,

hafif makinalı tüfeğiyle

dağlarda bir başına dolaştı.

Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü

ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,

ne zaman sıkışsa bizimkiler,

peyda oluverdi, yerden biter gibi o

ve ateş etti

ve düşmanı dağıttı

ve kayboldu dağlarda yine.

Ateşi ve ihaneti gördük.

Dayandık,

dayandık her yanda,

dayandık İzmir'de, Aydın'da,

Adana'da dayandık,

dayandık, Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te.

Antepliler silâhşor olur,

uçan turnayı gözünden

kaçan tavşanı ard ayağından vururlar

ve arap kısrağının üstünde

taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.

Antep sıcak,

Antep çetin yerdir.

Antepliler silâhşor olur.

Antepliler yiğit kişilerdir.

Karayılan

Karayılan olmazdan önce

Antep köylüklerinde ırgattı.

Belki rahatsızdı, belki rahattı,

bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular,

yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi

ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.

Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur,

onun atı, silâhı, toprağı yoktu.

Boynu yine böyle çöp gibi ince

ve böyle kocaman kafalıydı

Karayılan

Karayılan olmazdan önce.

Düşman Antep'e girince

Antepliler onu

korkusunu saklayan

bir fıstık ağacından

alıp indirdiler.

Altına bir at çekip

eline bir mavzer

verdiler.

Antep çetin yerdir.

Kırmızı kayalarda

yeşil kertenkeleler.

Sıcak bulutlar dolaşır havada

ileri geri...

Düşman tutmuştu tepeleri,

düşmanın topu vardı.

Antepliler düz ovada

sıkışmışlardı.

Düşman şarapnel döküyordu,

toprağı kökünden söküyordu.

Düşman tutmuştu tepeleri.

Akan : Antep'in kanıydı.

Düz ovada bir gül fidanıydı

Karayılan'ın

Karayılan olmazdan önceki siperi.

Bu fidan öyle küçük,

korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun,

namlıya tek fişek sürmeden

yatıyordu yüzükoyun.

Antep sıcak,

Antep çetin yerdir.

Antepliler silâhşor olur.

Antepliler yiğit kişilerdir.

Fakat düşmanın topu vardı.

Ve ne çare, kader,

düz ovayı Antepliler

düşmana bırakacaklardı.

«Karayılan» olmazdan önce

umurunda değildi Karayılan'ın

kıyamete dek düşmana verseler Antep'i.

Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.

Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi,

korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.

Siperi bir gül fidanıydı onun,

gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun

ak bir taşın ardından

kara bir yılan

çıkardı kafasını.

Derisi ışıl ışıl,

gözleri ateşten al,

dili çataldı.

Birden bir kurşun gelip

kafasını aldı.

Hayvan devrildi kaldı.

Karayılan

Karayılan olmazdan önce

kara yılanın encâmını görünce

haykırdı avaz avaz

ömrünün ilk düşüncesini .

«İbret al, deli gönlüm,

demir sandıkta saklansan bulur seni,

ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»

Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp

bir tarla sıçanı kadar korkak olan,

fırlayıp atlayınca ileri

bir dehşet aldı Anteplileri,

seğirttiler peşince.

Düşmanı tepelerde yediler.

Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp

bir tarla sıçanı kadar korkak olana :

KARAYILAN dediler.

«Karayılan der ki : Harbe oturak,

Kilis yollarından kelle getirek,

nerde düşman varsa orda bitirek,

vurun ha yiğitler namus günüdür...»

Ve biz de bunu böylece duyduk

ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen

Karayılan'ı

ve Anteplileri

ve Antep'i

aynen duyup işittiğimiz gibi

destânımızın birinci bâbına koyduk.


İKİNCİ BAP


YIL YİNE 1919

ve

İSTANBUL'UN HÂLİ

ve

ERZURUM ve SIVAS KONGRELERİ

ve

KAMBUR KERİM'İN HİKÂYESİ


Biz ki İstanbul şehriyiz,

Seferberliği görmüşüz :

Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,

vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi

bir de İttihatçılar,

bir de uzun konçlu Alman çizmesi

914'ten 18'e kadar

yedi bitirdi bizi.

Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker

erimiş altın pahasında gazyağı

ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular

sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında.

Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa

ve süpürge tohumu

ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.

Ve lâkin Tarabya'da, Pötişan'da ve Ada'da Kulüp'te

aktı Ren şarapları su gibi

ve şekerin sahibi

kapladı Miloviç'in yorganına 1000 liralıkları.

Miloviç de beyaz at gibi bir karı.

Bir de sakalı Halife'nin,

bir de Vilhelm'in bıyıkları.

Biz ki İstanbul şehriyiz,

güzelizdir,

dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.

Öfkeli, büyük bir şair :

«Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»

demiş

bize

ve bir başkası,

yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.

Biz ki İstanbul şehriyiz,

işte, arzederiz halimizi

Türk halkının yüce katına.

Mevsim yazdır,

919'dur.

Ve teşrinlerinde geçen yılın

dört düvele teslim ettiler bizi,

gözü kanlı dört düvele

anadan doğma çırılçıplak.

Ve kurumuştu

ve kan içindeydi memelerimiz.

Biz ki İstanbul şehriyiz,

Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan

bir de Yunan,

bir de zavallı Afrika zencileri

yer bitirir bizi bir yandan,

bir yandan da kendi köpek döllerimiz :

Vahdettin Sultan,

ve damadı Ferit

ve İngiliz muhipleri

ve Mandacılar.

Biz ki İstanbul şehriyiz,

yüce Türk halkı,

malûmun olsun çektiğimiz acılar...

919 Temmuzunun 23'üncü günü

pek mütevazı bir mektep salonunda

in'ikad etti Erzurum Kongresi.

Erzurum'un kışı zorludur balam,

tandırında tezek yakar Erzurum,

buz tutar yiğitlerinin bıyığı

ve geceleyin karlı ovada

kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.

Erzurum'da kavaklar, balam,

Erzurum'da kavaklar tane tane,

kavaklarda tane tane yapraklar.

Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez

Erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.

Erzurum'un düzdür, topraktır damı.

Erzurum güzelleri giyer, balam,

incecik ak yünden ehramı.

Yürek boynun büker, balam,

Erzurumlu türkülere.

Halim selimdir Erzurum'un adamı

ve lâkin dönmesin gözü bir kere!...

Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre :

orda, mazlum milletlerden bahsedildi

bütün mazlum milletlerden

ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.

Orda, bir Şûrayı Millî'den bahsedildi,

İradei Milliyeye müstenit bir Şûrayı Millî'den.

Buna rağmen,

«Âsi gelmiyelim» diyenler vardı,

«makamı hilâfet ve saltanata.»

Hattâ casuslar vardı içerde.

Buna rağmen,

«Bütün aksâmı vatan birküldür» denildi.

«Kabul olunmaz,» denildi,

«Manda ve Himaye...»

Buna rağmen,

İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar,

Türk halkından kesmişlerdi umudu.

Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a :

«Amerikan mandası altına girelim,» diye.

«İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma

bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,

birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,

şu halde, diyorlardı, şu halde,

Memâliki Osmaniye'nin cümlesine şâmil

Amerikan mandaterliğini talep etmeği

memleketimiz için en nâfi

bir şekli hal kabul ediyoruz.»

Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu.

Erzurum'un kışı zorludur balam,

buz tutar yiğitlerin bıyığı.

Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam,

kabullenmez yılgınlığı...

İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar,

tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,

çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri

ve biçare telgraf telleri

devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu

şöyle diyorlardı Erzurum'dakilere :

«Bizi bir başımıza bıraksalar,

tarafgirlik, cehalet

ve çok konuşmaktan başka müspet

bir hayat kuramayız.

İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor.

Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika.

Ne olacak,

Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,

sonra Yeni Dünya'nın sayesinde

İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan

bir Türkiye vücuda geliverir.

Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına

nasıl bir idare kurduğunu

Avrupa'ya göstermek ister.

Hem artık işi uzatmağa gelmez.

Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.

Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir :

Türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»

4 Eylül 919'da toplandı Sıvas Kongresi,

ve 8 Eylülde

Kongrede bu sefer

yine ortaya çıktı Amerikan mandası.

Ak koyunla kara koyunun

geçitte belli olduğu günlerdi o günler.

Ve İstanbul'dan gelen bazı zevat,

sapsarı yılgınlıklarıyla beraber

ve ihanetleriyle birlikte

bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler.

Ve Erzurumlulardan ve Sıvaslılardan ve Türk milletinden çok

işbu Mister Bravn'a güveniyorlardı.

Bu zevata :

«İstiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!»

denildi.

Fakat ayak diredi efendiler :

«Mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,»

dediler,

«Herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,»

dediler,

«Hem zaten,»

dediler,

«birbirine mani şeyler değildir

istiklâl ile manda.

Ve esasen,»

dediler,

«müstakil kalamayız böyle bir zamanda.

Memleket harap,

toprak çorak,

borcumuz 500 milyon,

vâridat ise 15 milyon ancak.

Ve Allah muhafaza buyursun

İzmir kalsa Yunanistan'da

ve harbetsek,

düşmanımız vapurla asker getirir.

Biz Erzurum'dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz?

Mandayı kabul etmeliyiz, hemen,»

dediler.

«Onlar dretnot yapıyor,

biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz.

Hem, İstanbul'daki Amerikan dostlarımız :

Mandamız korkunç değildir,

diyorlar,

Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir,

diyorlar.»

Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul'dan gelen zevat.

Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat,

«Hey gidi deli gönlüm,»

dedi,

«Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,

ya İSTİKLAL, ya ölüm!»

dedi.

Kambur Kerim de böyle dedi aynen.

Adapazarlıydı Kambur Kerim.

Seferberlikte ölen babası marangozdu.

Seferberlik denince aklına Kerim'in :

çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,

Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp

kaz gütmek,

mektep kitapları

ve bir de saçları altın gibi sarı

fakat alnı çizgiler içinde anası gelir.

335'te Kerim Eskişehir'e gitti,

mektebe, teyzelerine ve dayısına.

Dayısı şimendiferde makinistti.

Düşman elindeydi Eskişehir.

Kerim on dört yaşındaydı,

kamburu yoktu.

Dümdüzdü fidan gibi

ve dünyaya meraklı bir çocuktu.

Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi

Kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri

(çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın)

Hintli askerlerle dost oldu Kerim.

Bunlar

(şaşılacak şey)

Türkçe bilmeyen

ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak,

avuçlarının üstü esmer, içi ak

ve tel örgülerin üzerinden

Kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı.

Kocaman bir ambarları vardı,

Kerim içinde oynardı.

Ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm,

(şaşılacak şey,

katırların yemesi için)

ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar.

Bir gün dedi ki makinist dayısı Kerim'e :

«Ambardan silâh çalıp bana getir,

gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.»

Ve ambardan silâh çaldı Kerim :

bir

bir tane daha

beş

on.

Aldattı Hindistanlı dostlarını

zeybekleri daha çok sevdiğinden.

Zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti,

Kerim geçirdi onları istasyona kadar.

Ertesi gün Lefke köprüsünü atıp

zeybekler gelince Eskişehir'e

dayısı Kerim'i elinden tutup

verdi onlara.

Ve işte o günden sonra

bugüne kadar

kahraman bir türküdür ömrü Kerim'in.

Eskişehir'den alıp onu

«Kocaeli Grubu» paşasına götürdüler.

Çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.

Çabucak öğrendi Kerim ata binmeyi,

sığırtmaç olmayı

-zaten bilgisi vardı bunda-

kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,

gizlenmeyi ormanda.

Ve bütün bu marifetleriyle Kerim

kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak

ve «Geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak

düşman içinden geçip getirdi haber

götürdü haber.

Onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler,

bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o.

Ve bir fidan gibi düz

bir fidan gibi cesur

bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun

sevinçle oynadığı bu müthiş oyun

sürdü 1337'ye kadar...

Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir :

yüksek

kalın.

Gökyüzü gözükmez.

Durgun bir geceydi.

Hafif yağmur yağmıştı biraz önce.

Fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar

karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri Kerim'in.

Solda

ilerde

tepenin eteğinde ateş yanıyordu :

«Tekneciler» diye anılan

gâvur çetelerinin olmalı.

Dallardan damlalar düşüyordu Kerim'in yüzüne.

Beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor.

İpsiz Recep'in yanından dönüyordu Kerim.

Kâatlar götürmüş

kâatlar getiriyor.

Birdenbire durdu beygir,

heykel gibi,

-Tekneciler'in ateşini görmüş olacak-

sonra birdenbire dörtnala kalktı.

Şaşırdı Kerim.

Dizginleri bıraktı.

Sarıldı beygirin boynuna.

Deli gibi gidiyordu hayvan.

Çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar.

Meşeleri ve gürgenleriyle orman

karanlık  bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.

Kim bilir kaç saat böyle gidildi.

Orman bitti birdenbire.

-Ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı-

Ve Kerim aynı hızla geldiği zaman

Armaşa'nın altında Başdeğirmenler'e

beygir ansızın kapaklandı yere,

tekerlendi Kerim.

Doğruldu.

Ve aklına ilk gelen şey

saatına bakmak oldu.

Kırılmıştı camı.

Bindi beygire tekrar.

Hayvan topallıyordu biraz.

Uslu uslu yola koyuldular.

Sol kulağı kanıyordu Kerim'in,

Kirezce'ye geldiler

(Sapanca'yla Arifiye arası),

Kerim durdu,

Biraz zor nefes alıyordu.

Geyve'ye girdi ertesi akşam.

Beli o kadar ağrıyordu ki

inemedi beygirden

indirdiler.

Kerim'i bir yaylıya bindirdiler.

Adapazarı.

Sonra belki on gün, belki on beş,

kağnılar, mekkâre arabaları,

sonra, gitgide daralan nefesi,

Yahşıhan,

Konya,

Sile nahiyesi

(burda malûl gaziler için

takma kol ve bacak yapılıyordu),

ve nihayet Hatçehan köyünden çıkıkçı Şerif Usta.

Hâlâ rüyalarında görür Kerim

incecik bir yoldan eşekle gelip

üzerine doğru eğilen

bu çiçekbozuğu insan yüzünü.

Usta, ovdu Kerim'i bayıltıncaya kadar.

Sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini.

Yirmi gün geçti aradan.

Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden

Kerim'i kambur çıkardılar.


ÜÇÜNCÜ BAP


YIL 1920

ve

ARHAVELİ İSMAİL'İN HİKÂYESİ


Ateşi ve ihaneti gördük.

Düşman ordusu yine başladı yürümeğe.

Akhisar, Karacabey,

Bursa ve Bursa'nın doğusunda Aksu,

çarpışarak çekildik...

920'nin

29 Ağustos'u :

Uşak düştü.

Yaralı

ve dehşetli kızgın

fakat toprağımızdan emin,

Dumlupınar sırtlarındayız.

Nazilli düştü.

Ateşi ve ihaneti gördük.

Dayandık

dayanmaktayız.

1920 Şubat, Nisan, Mayıs,

Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı :

İçimizde Hilâfet Ordusu,

Anzavur isyanları.

Ve aynı sıradan,

3 Ekim Konya.

Sabah.

500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla Delibaş

girdi şehre.

Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler.

Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp

ölümlerine giderken

terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler.

Ve 29 Aralık Kütahya :

4 top

ve 1800 atlı bir ihanet

yani Çerkez Ethem,

bir gece vakti

kilim ve halı yüklü katırları,

koyun ve sığır sürülerini önüne katıp

düşmana geçti.

Yürekleri karanlık,

kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü,

atları ve kendileri semizdiler...

Ateşi ve ihaneti gördük.

Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil.

Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil,

inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle,

silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan.

Beygirler çirkindiler,

bakımsızdılar,

hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi.

Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden

sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı.

İnsanlar uzun asker kaputluydu,

yalnayaktı insanlar.

İnsanların başında kalpak,

yüreklerinde keder,

yüreklerinde müthiş bir ümit vardı.

İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler.

İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla

köy odalarında unutulmuştular.

Ve orda sargı,

deri

ve asker postalları halinde

yan yana, sırtüstü yatıyorlardı.

Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden

eğrilip bükülmüştü

ve avuçlarında toprak ve kan vardı.

Ve asker kaçakları,

korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla

karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı.

Acıkmıştılar,

merhametsizdiler,

bedbahttılar.

Şosenin ıssız beyazlığına inip

nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor

ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları için

deviriyorlardı uçurumlara :

şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları.

Ve çok uzak,

çok uzaklardaki İstanbul limanında,

gecenin bu geç vakitlerinde,

kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları :

hürriyet ve ümit,

su ve rüzgârdılar.

Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.

Tekneleri kestane ağacındandı,

üç tondan on tona kadardılar

ve lâkin yelkenlerinin altında

fındık ve tütün getirip

şeker ve zeytinyağı götürürlerdi.

Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı.

Şimdi, denizde bir insan sesinin

ve demirli şileplerin kederlerini

ve Kabataş açıklarında sallanan

saman kayıklarının fenerlerini

peşlerinde bırakıp

ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp

küçük,

kurnaz

ve mağrur

gidiyorlardı Karadeniz'e.

Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki

bunlar

uzun eğri burunlu

ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki

sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin

zaferi için

hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin

bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...

Karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan

baltabaş gemi

İngiliz torpitosudur.

Ve dalgaların üstünde sallanarak

alev alev

yanan :

Şaban Reisin beş tonluk takası.

Kerempe Fenerinin yirmi mil açığında,

gecenin karanlığında,

dalgalar minare boyundaydılar

ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu.

Rüzgar :

yıldız - poyraz.

Esirlerini bordasına alıp

kayboldu İngiliz torpitosu.

Şaban Reisin teknesi

ateşten diregiyle gömüldü suya.

Arheveli İsmail

bu ölen teknedendi.

Ve şimdi

Kerempe Fenerinin açığında,

batan teknenin kayığında

emanetiyle tek başınadır,

fakat yalnız değil :

rüzgârın,

bulutların

ve dalgaların kalabalığı,

İsmail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.

Arheveli İsmail

kendi kendine sordu :

«Emanetimizle varabilecek miyiz?»

Kendine cevap verdi :

«Varmamış olmaz.»

Gece, Tophane rıhtımında

Kamacı ustası Bekir Usta ona :

«Evlâdım İsmail,» dedi,

«hiç kimseye değil,» dedi,

«bu, sana emanettir.»

Ve Kerempe Fenerinde

düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,

İsmail, reisinden izin isteyip,

«Şaban Reis,» deyip,

«emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip

atladı takanın patalyasına,

açıldı.

«Allah büyük

ama kayık küçük» demiş Yahudi.

İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi,

bir sağnak daha,

peşinden üç-kardeşler.

Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer

alabora olacaktı.

Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.

Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor :

Sıvastopol'a giden bir geminin

sancak feneri.

Elleri kanayarak

çekiyor İsmail kürekleri.

İsmail rahattır.

Kavgadan

ve emanetinden başka her şeyin haricinde,

İsmail unsurunun içinde.

Emanet :

bir ağır makinalı tüfektir.

Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini

ta Ankara'ya kadar gidip

onu kendi eliyle teslim edecektir.

Rüzgâr bocalıyor.

Belki karayel gösterecek.

En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.

Fakat İsmail

ellerine güvenir.

O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini

ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini

aynı emniyetle tutarlar.

Rüzgâr karayel göstermedi.

Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr

bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi

düştü.

İsmail beklemiyordu bunu.

Dalgalar bir müddet daha

yuvarlandılar teknenin altında

sonra deniz dümdüz

ve simsiyah

durdu.

İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri.

Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.

Bir ürperme geldi İsmail'in içine.

Ve bir balık gibi ürkerek,

bir sandal

bir çift kürek

ve durgun

ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.

Ve birdenbire

öyle kahrolup duydu ki insansızlığı

yıldı elleri,

yüklendi küreklere,

kırıldı kürekler.

Sular tekneyi açığa sürüklüyor.

Artık hiçbir şey mümkün değil.

Kaldı ölü bir denizin ortasında

kanayan elleri ve emanetiyle İsmail.

İlkönce küfretti.

Sonra, «elham» okumak geldi içinden.

Sonra, güldü,

eğilip okşadı mübarek emaneti.

Sonra...

Sonra, malûm olmadı insanlara

Arhaveli İsmail'in âkıbeti...


DÖRDÜNCÜ BAP


NURETTİN EŞFAK'IN BİR MEKTUBU

ve

BİR ŞİİRİ


Kardeşim,

sana bu mektubu Ankara'da Kuyulu kahvede yazıyorum.

Hep aynı Anadolu havalarını çalıyor gramofon

kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla,

Dışarda yağmur...

Mektepten istifa ettim.

Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle.

Çocuklarımıza Türkçe okutmak,

öğretmek, sevdirmek onlara

dünyanın en diri, en taze dillerinden birini,

kendi dillerini,

güzel şey,

büyük şey.

Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede

daha büyük

daha güzel.

Biliyorum :

iş bölümünden bahsedeceksin.

Fakat, Ankara'da çocuklara ders vermek,

bozkırda ateş hattına girmek

haksız ve hazin

bir iş bölümü.

Öyle günlerde yaşıyoruz ki

ben bir iş yapabildim diyebilmek için :

hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.

Bak, tam sana bunları yazarken

asker geçiyor sokaktan ;

yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak

Meclis'in önüne doğru iniyorlar,

İstasyona gidecekler.

Ve türkü  söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi,

sesini incelterek marş okuyor genç Türk köylüsü :

«Ankara'nın taşına bak,

gözlerimin yaşına bak...»

Yüzleri mühim, dalgın ve yorgun.

Tıraşları uzamış biraz.

Elleri büyük ve esmer.

Elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.

Yine birdenbire Yunus Emre geldi aklıma.

Başka türlü anlıyorum ben Yunus'u :

Bence onda bütün bir devir dile gelmiş Türk köylüsü :

öte dünyaya dair değil,

bu dünyaya dair kaygılarıyla...

Bir şiir yazdım,

garip bir şiir,

«Türk Köylüsü» diye.

Bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak?

Her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim.

Kardeşin

Nurettin Eşfak

TÜRK KÖYLÜSÜ

Topraktan öğrenip

kitapsız bilendir.

Hoca Nasreddin gibi ağlayan

Bayburtlu Zihni gibi gülendir.

Ferhad'dır

Kerem'dir

ve Keloğlan'dır.

Yol görünür onun garip serine,

analar, babalar umudu keser,

kahbe felek ona eder oyunu.

Çarşambayı sel alır,

bir yâr sever

el alır,

kanadı kırılır

çöllerde kalır,

ölmeden mezara koyarlar onu.

O, «Yûnusû biçâredir

Baştan ayağa yâredir»,

ağu içer su yerine.

Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine

ve bir kerre vakterişip

«-Gayrık yeter!...»

demesinler.

Bunu bir dediler mi,

«İsrâfil sûrunu urur,

mahlûkat yerinden durur»,

toprağın nabzı başlar

onun nabızlarında atmağa.

Ne kendi nefsini korur,

ne düşmanı kayırır,

«Dağları yırtıp ayırır,

kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...»


BEŞİNCİ BAP


920'NİN 16 MARTI

ve

MANASTIRLI HAMDİ EFENDİ

ve

REŞADİYELİ VELİ OĞLU MEMET'İN HİKÂYESİ


«Bu hamiyetli ve cesur, Manastırlı Hamdi Efendi olmasaydı, İstanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. İstanbul'da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. Demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. Bir ucu Ankara'da bulunan telin İstanbul'da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?»

920'nin 16 Martı.

Öğleden evvel

saat onda

makina başında şöyle bir telgraf aldı Ankara'daki :

«Der-aliye 16/3/1920.

İngilizler bastı bu sabah

Şehzadebaşı'ndaki Muzika karakolunu.

Müsademe edildi.

İşgal altına alıyorlar İstanbul'u şimdi.

Berâyi malûmat arzolunur.

Manastırlı Hamdi.»

920'nin 16 Martı.

Harbiye Nezareti telgrafhanesi buldu Ankara'yı :

«Etrafta dolaşıyor İngiliz askerleri.

Şimdi işte

İngiliz askerleri giriyorlar nezarete.

İşte giriyorlar içeri.

Nizamiye kapısına.

Teli kes.

İngilizler burdadır.»

920'nin 16 Martı.

Manastırlı Hamdi Efendi

buldu Ankara'dakini tekrar :

«Paşa hazretleri,

Harbiye telgrafhanesini de işgal etti İngiliz bahriye askeri

Tophane'yi de işgal ediyorlar bir taraftan,

bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor.

Vaziyet vehamet kesbediyor efendim.

Paşa hazretleri,

Emri devletlerine muntazırım.

16.Mar.20

Hamdi»

920'nin 16 Martı.

Durumu bir daha tekrar etti Hamdi Efendi :

«Sabah bizim asker uykuda iken

İngiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken

askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor.

Neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup

İngilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp

Beyoğlu ve Tophane'yi işgal edip.

İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok.

İşte Beyoğlu telgraf memurları geldiler.

Kovmuşlar.

Burası da işgal olunacaktır bir saata kadar.

Şimdi haber aldım efendim.»

920'nin 16 Martı

uykuda kesti kâfir üçümüzü,

kurşuna dizdi kâfir ikimizi.

İngiliz'in hepsi değil domuzu

Sabaha karşı aldı canımızı.

920'nin 16 Martı

basıldı Vezneciler'de karargâh.

Uyan be tosunum uyan.

Üçümüzü uykuda kesti kâfir,

üçümüz : Abdullah çavuş, Şarkışla'dan Osman,

bir de Zileli Abdülkadir.

920'nin 16 Martı

Bozdoğan Kemeri'nde

kurşuna dizdi kâfir ikimizi.

Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı,

Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.

920'nin 16 Martı

uykuda kesti kâfir üçümüzü.

Soktu Osman'ın karnına kasaturayı,

bastı göğsüne kâfirin dizi.

Dört çocuk babasıydı Abdullah çavuş.

Doymadı dünyasına Abdülkadir.

Üçümüzü uykuda kesti kâfir,

kurşuna dizdi ikimizi.

920'nin 16 Mart sabahı,

karakolun karşısında

bırakmadım elimden silâhı,

yere serdim iki İngiliz'i.

Senin ırzını kurtardım İstanbul'um,

Sana can feda çakır gözlü gülüm.

Üçümüzü uykuda kesti kâfir,

kurşuna dizdi ikimizi.

Şimdi üçümüz :

Abdullah ve Osman ve Abdülkadir,

taşları yan yana yatar Eyüp'te.

Arama, bulamazsın ikimizin kabrini,

belki maşrıkta, belki mağripte,

biz de bilemeyiz yerini.

Uykuda kestiler üçümüzü,

kurşuna dizdiler ikimizi,

Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı,

Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.

Bir de altıncımız var,

kara kaytan bıyıklı bir şehit,

son mekânı şöyle dursun,

adını da bilen yok...


ALTINCI BAP


MUHAREBELER

ve

DÜŞMAN ELİNDE KALANLAR

ve

KARTALLI KÂZIM'IN HİKÂYESİ


İnönü meydanı, yavrum,

rüzgâr,

soğuklar insanı arı gibi haşlıyor.

Zemheriler bitti diyelim,

hamsin ya başladı, ya başlıyor.

Muharebe beş gün beş gece sürdü.

Kan gövdeyi götürdü.

Ve nihayetinde

düşmanlar karın üstünde

top arabaları, sandıklar dolusu konyak,

altı kamyon bıraktılar.

Sonra, kaçarlarken, yavrum,

köyleri, köprüleri yaktılar...

Bu, Birinci İnönü,

sonra ikincisi :

23 Mart 1921 günü

düşmanın Bursa ve Uşak grupları üstümüze yürüyor.

Onlarda, topçu ve piyade

bizden üç kere fazla,

bizim atlımız çok.

Atların makanizması,

hartucu,

namlusu yoktur

ve kılıç

çıplak, ucuz bir demirdir.

26 Mart :

Akşam.

Sağ cenah ilerimize yanaştılar.

27 Mart :

Bütün cephelerde temas.

28, 29, 30 :

Kavgaya devam.

Ve Martın 31'inci gecesinde,

(ayışığı var mıydı bilmiyorum)

İnönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu.

Ve ertesi gün

1 Nisan :

Metristepe aydınlanıyor.

Saat altı otuz.

Bozöyük yanıyor.

Düşman muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir.

Sonra, 8 Nisandan 11 Nisana kadar :

Dumlupınar.

Sonra, Haziran.

Bir yaz gecesi.

Dünyada yalnız pırıltılar

ve böceklerin sesi.

Sakarya'yı üç yerinden sallarla geçiyoruz.

Basarak aldık

Adapazarı'nı.

Ve dolaşıp Sapanca Gölü'nün sazlıklarını

yanaştık İzmit'in doğusunda çuha fabrikasına.

Düşman,

kısmen gemilere binerek

denizden

ve kısmen

Karamürsel üzerinden

Bursa'ya çekilip

boşalttı İzmit şehrini gece yarısı.

Sonra 23 Ağustos :

Sakarya melhamei kübrâsı ki

devamı 13 Eylül gününe kadardır.

Bizim kırk bin piyademiz,

dört bin beş yüz atlımız,

düşmanın seksen sekiz bin piyadesi,

üç yüz topu vardır.

Harp meydanının kuzey yanı

Sakarya

ve dağlardır :

keskin

ve dik yamaçlarıyla

ve kireçli toprakları

ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak

haşin

ve münzevi çam ağaçlarıyla

Abdülselâm-dağı,

Gökler-dağı,

dağlar.

Ve Sakarya'dan bu havalide

yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir.

Ankara suyunun döküldüğü yerden

Eskişehir kuzeybatısına kadar

Sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir.

Güneyde

ve güneydoğuda

yapraksız ve hazin

geniş ve uzun

ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan

ölmek arzusu veren

Cihanbeyli ovası :

çöl...

Bu çölün,

bu dağların,

bu nehrin ve bizim önümüzde

yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp

düşman ordusu ric'ata mecbur kaldı.

Buna rağmen :

Sene 1922

ve 15 vilâyet ve sancak

ve 9 büyük şehir

düşman elindedir.

İnanılmaz şeyler düşmandadır ki

bunların arasında :

7 göl, 11 nehir

ve köklerinde baltamızın yarası

ve yangınlarıyla bizim olan

yüz kere yüz bin dönüm orman,

bir tersane, iki silâh fabrikası,

ve 19 körfez ve liman ki

belki birçoğunun

rıhtımı,

mendireği,

kırmızı, yeşil fenerleri yoktur

ve belki sularında

ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı,

fakat onlar

tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler.

Sonra, 3 deniz,

6 kol tren hattı,

sonra, göz alabildiğine yol :

sılaya gittiğimiz,

gurbette göründüğümüz

ve neden

ve niçin olduğunu sormadan

çöle, Çanakkale'ye,

ölüme gittiğimiz yol

ve sonra toprak

ve o toprağın insanları :

Uşak tezgâhlarının halı dokuyanları,

klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur

Manisa'lı saraçlar,

yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar

ve kurnaz

ve cesur

ve ağırbaşlı ve çapkın

ve kütleleriyle delikanlı

İstanbul ve İzmir işçileri

ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân,

kıl çadırlı yürükleri Aydın'ın,

ve sonra, ırgat,

ortakçı,

maraba,

davarlı ve davarsız,

yarım meşin çizmeli

ve ham çarıklı köylüler.

15 vilâyet ve sancak

ve 9 büyük şehir

düşman elindedir.

Mehtaplı bir gece,

gümüş bir kutunun içindesin :

ortalık öyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız.

Ya çok seslidir

ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten.

Yatıyor filintasının arkasında Kartallı Kâzım.

Kız gibi Osmanlı filintası.

Parlıyor arpacık

namlının ucunda :

yüz yıllık yoldaymış gibi uzak

ve bir damlacık.

Kâzım emir aldı merkezden :

Gebze'deki İngiliz'in tercümanı vurulacak.

Köylerde teşkilât kurmuş tercüman Mansur :

satıyor bizimkileri.

Kâzım iyi hesaplamış herifin geçeceği yeri.

İşte sökün etti Mansur karşıdan :

beygirin üzerinde.

Beygir yüksek,

İngiliz kadanası.

Kendi halinde yürüyor hayvan

ortasında demiryolunun

sallana sallana,

ağır ağır.

Tercüman herhalde bırakmış dizginleri,

başı sallanıyor,

belki de uyuyor üzerinde beygirin.

Yaklaştıkça büyüyor herif.

Zaten mehtapta heybetli görünür insan.

Arada kaldı kalmadı dört yüz adım,

namlıyı kaldırdı birazcık Kâzım,

nişan aldı sallanan başına Mansur'un.

Soldaki yamaçtan bir taş parçası düştü.

Bir kuş uçtu sağdaki ağaçtan,

-ağaç çınar-.

Kuş ürkmüş olacak.

Çevrildi Kâzım'ın başı kuşun uçtuğu yana,

mehtapla yüz yüze geldiler.

Mehtap koskocaman,

desdeğirmi,

bembeyaz.

Ve Kâzım'ın gözünü aldı âdeta.

Zaten bu yüzden,

tekrar göz, gez, arpacık

ve filintayı ateşlediği zaman

ilk kurşun Mansur'un başını delecek yerde

galiba omuzuna girdi.

Herif  «Hınk» dedi bir,

beygirin başını çevirdi

dörtnal kaçıyor.

Yetiştirdi ikinci kurşunu Kâzım.

Beygirin üstünde sola yıkıldı Mansur.

Üçüncü kurşun.

Tercüman düştü beygirden.

Fakat bir ayağı üzengiye takılı kalmış,

sürüklendi kaçan hayvanın peşinde biraz,

sonra kurtuldu ki ayağı

yıkılıp kaldı olduğu yerde.

Yamaca sardı beygir.

Kalktı Kâzım,

yürüdü Mansur'a doğru,

üzerinden kâatları alacak.

Arada dört telgraf direği yalnız,

ellişerden iki yüz metre eder.

Mansur doğruldu ansızın,

kaçıyor bayır aşağı.

Filintayı omuzladı Kâzım.

Dördüncü kurşun.

Yıkıldı herif.

Koştu Kâzım.

Doğruldu yine Mansur.

Yürüyor sarhoş gibi sallanarak,

kaçmıyor artık,

yürüyor.

Kâzım da bıraktı koşmayı.

Deniz kıyısına indiler.

Orda boş bir fabrika var,

bir de beyaz bir ev,

tahta iskelesi iner denizin içine kadar.

Mansur suya giriyor,

kâatlar ıslanacak.

Beşinci kurşunu yaktı Kâzım.

Suya düşüp kaldı önde giden

ve Kâzım tazelerken şarjörü

bir ışık yandı beyaz evde,

bir pencere açıldı.

Galiba bir kadın baktı dışarıya..

Boğazlanıyormuş gibi bağırdı Mansur.

Pencere kapandı,

ışık söndü.

Tercüman attı kendini tahta iskeleye.

Art ayakları kırılmış bir hayvan gibi sürünüp tırmanıyor.

Hay anasını,

ay da denize düşmüş

toplanıp dağılıyor,

dağılıp toplanıyor.

Velhasıl,

lâfı uzatmıyalım,

Mansur'un işini bıçakla bitirdi Kâzım.

Kâatlar kan içindeydi.

Fakat kan kapatmıyor yazıyı...

Namussuzun biriydi Mansur,

muhakkak.

Düşmana satılmıştı,

orası öyle.

Kaç kişinin başını yedi,

malûm.

Ama ne de olsa

mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu.

Demek istediğim,

böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp

ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit

üzüntü çekmemek için,

ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,

yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,

Kâzım'ınki taştan değildi çok şükür,

fakat namuslu.

Ne malûm? dersen :

Dövüştü pir aşkına,

yaralandı birkaç kere

ve saire.

Ve kavga bittiği zaman

ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.

Kavgadan önce Kartal'da bahçıvandı,

kavgadan sonra Kartal'da bahçıvan...


YEDİNCİ BAP


922 AĞUSTOS AYI

ve

KADINLARIMIZ

ve

6 AĞUSTOS EMRİ

ve

BİR ÂLETLE BİR İNSANIN HİKÂYESİ


Ayın altında kağnılar gidiyordu.

Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.

Toprak öyle bitip tükenmez,

dağlar öyle uzakta,

sanki gidenler hiçbir zaman

hiçbir menzile erişmiyecekti.

Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.

Ve onlar

ayın altında dönen ilk tekerlekti.

Ayın altında öküzler

başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi

ufacık, kısacıktılar,

ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında

ve ayakları altından akan

toprak,

toprak

ve topraktı.

Gece aydınlık ve sıcak

ve kağnılarda tahta yataklarında

koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.

Ve kadınlar

birbirlerinden gizliyerek

bakıyorlardı ayın altında

geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.

Ve kadınlar,

bizim kadınlarımız :

korkunç ve mübarek elleri,

ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle

anamız, avradımız, yârimiz

ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen

ve soframızdaki yeri

öküzümüzden sonra gelen

ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız

ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki

ve karasabana koşulan

ve ağıllarda

ışıltısında yere saplı bıçakların

oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan

kadınlar,

bizim kadınlarımız

şimdi ayın altında

kağnıların ve hartuçların peşinde

harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi

aynı yürek ferahlığı,

aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.

Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde

ince boyunlu çocuklar uyuyordu.

Ve ayın altında kağnılar

yürüyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.

«6 Ağustos emri» verilmiştir.

Birinci ve İkinci ordular, kıt'aları, kağnıları, süvari alaylarıyla

yer değiştiriyordu, yer değiştirecek.

98956 tüfek,

325 top,

5 tayyare,

2800 küsur mitralyöz,

2500 küsur kılıç

ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği

ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz

kımıldanıyordu gecenin içinde.

Gecenin içinde toprak.

Gecenin içinde rüzgâr.

Hatıralara bağlı, hatıraların dışında,

gecenin içinde :

insanlar, âletler ve hayvanlar,

demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,

korkunç

ve sessiz emniyetlerini

birbirlerine sokulmakta bulup,

kocaman, yorgun ayakları,

topraklı elleriyle yürüyorlardı.

Ve onların arasında

Birinci Ordu İkinci Nakliye Taburu'ndan

İstanbullu şoför Ahmet

ve onun kamyoneti vardı.

Bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet :

İhtiyar,

cesur,

inatçı ve şirret.

Kırılıp dağlarda kalan sol arka makası yerine

şasinin altına, dingilin üzerine

budaklı bir gürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen

ve kalb ağrılarıyla

ve on kilometrede bir

karanlığa yaslanıp durduğu halde

ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken

şahsının vekarlı kudretini resmen biliyordu :

«6 Ağustos emri»nde ondan ve arkadaşlarından

«... ihzar ve teşkil edilmiş bulunan

ve cem'an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan

100 kadar serî otomobil...» diye bahsediliyordu.

İhzar ve teşkil olunanlar,

bu meyanda Ahmet'in kamyoneti,

insanların, âletlerin ve kağnıların yanından geçip

Afyon - Ahırdağları ve imtidadına doğru iniyorlardı.

Ahmet'in kafasında uzak bir şehir ve bir şarkı vardı.

Bu şarkı nihaventtir

ve beyaz tenteli sandalları,

siyah mavnaları,

güneşli karpuz kabuklarıyla

bir deniz kıyısındadır şehir.

Vantilâtörde adedi devir

düşüyor gibi.

Arkadaşlar ileri geçtiler.

Ay battı.

Manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret.

Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,

çınar dibinde iki mars bir oyunla yenip Bücür'ü,

kalk,

sıra servilerin önünden yürü,

çeşmeyi geç,

mektep bahçesi, medreseler,

orda, Harbiye Nezareti'nin arka duvarında

siyah çarşaflı bir kadın

çömelip yere

darı serper güvercinlere

ve papelciler

şemsiye üstünde papaz açarlar.

Motor mızıkçılık ediyor,

bizi dağ başlarında bırakacak meret.

Ne diyorduk oğlum Ahmet?

Dökmeciler sağda kalır,

derken, Uzunçarşı'ya saparken,

köşede, sol kolda seyyar kitapçı :

«Hikâyei Billûr Köşk»,

altı cilt «Tarihi Cevdet»

ve «Fenni Tabâhat».

Tabâhat, mutfaktan gelirmiş,

yani yemek pişirmek.

Hani, uskumru dolmasına da bayılırım pek.

Yaldızlı kuyruğundan tutup

bir salkım üzüm gibi yersin.

İlerde bir süvari kolu gidiyor,

saptılar sola.

Uzunçarşı'yı dikine inersin.

Sandalyacılar, tavla pulcuları, tesbihçiler.

Ve sen İstanbullu,

sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan

şaşarsın İstanbullulara :

ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin.

Rüstem Paşa Camii.

Urgancılar.

Urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi

ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar

urgan, halat ve dökme tunçtan çıngıraklar satılır.

Zindankapı, Babacafer.

Uzakta Balıkpazarı.

Kuruyemişçiler.

Yemiş iskelesindeyiz :

sandalları, mavnaları,

güneşli karpuz kabuklarıyla

yüzüne hasret kaldığım deniz.

Sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne?

İnip

baksam...

Yemiş iskelesinden dilenci vapuruna binip

Eyüp'te Niyet Kuyusu'na gittikti.

Elleri yumuk yumuk,

bacakları biraz çarpıktı ama,

yeşil zeytin tanesi gibi gözler.

Kaşları da hilâl gibi çekikti.

Tam Kasımpaşa'ya yaklaştık, beyaz başörtüsü...

Lastik hava kaçırıyor.

Derdine deva bulmazsak eğer...

Dur bakalım Babacafer...

Üç numrolu kamyonet durdu.

Karanlık.

Kriko.

Pompa.

Eller.

Küfreden ve küfrettiğine kızan elleri

lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken

Ahmet hatırladı :

bir gece nüzüllü babaannesini

sedirden sedire taşırken

kadıncağız...

İç lastik boydan boya patladı.

Yedek?

Yok.

Dağlarda avaz avaz

imdat istemek?

Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,

sana tek başına verilmiştir üç numrolu kanyonet.

Hem, hani bir koyun varmış,

kendi bacağından asılan bir koyun.

Süleymaniyeli şoför Ahmet

soyun...

Soyundu.

Ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak

ve kırmızı kuşak,

Ahmet'i postallarının üstünde çırılçıplak

bırakarak

dış lastiğin içine girdiler,

şişirdiler.

Bu şarkı nihaventtir.

Deniz kıyısında bir şehir...

Beyaz başörtüsü...

Saatta elli yapıyoruz...

Dayan ömrümün törpüsü,

dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför Ahmet'i,

dayan arslan...

Hiçbir zaman

böyle merhametli bir ümitle sevmedi

hiçbir insan

hiçbir âleti...


SEKİZİNCİ BAP


26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR

İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR

ve

İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E

BAKAN NEFER


Saat 2.30.

Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,

ne ağaç, ne kuş sesi,

ne toprak kokusu vardır.

Gündüz güneşin,

gece yıldızların altında kayalardır.

Ve şimdi gece olduğu için

ve dünya karanlıkta daha bizim,

daha yakın,

daha küçük kaldığı için

ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten

evimize, aşkımıza ve kendimize dair

sesler geldiği için

kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi

okşayarak gülümseyen bıyığını

seyrediyordu Kocatepe'den

dünyanın en yıldızlı karanlığını.

Düşman üç saatlik yerdedir

ve Hıdırlık-tepesi olmasa

Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.

Küzeydoğuda Güzelim-dağları

ve dağlarda tek

tek

ateşler yanıyor.

Ovada Akarçay bir pırıltı halinde

ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde

şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var :

Akarçay belki bir akar su,

belki bir ırmak,

belki küçücük bir nehirdir.

Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip

ve kılçıksız yılan balıklarıyla

Yedişehitler kayasının gölgesine girip

çıkar.

Ve kocaman çiçekleri eflâtun

kırmızı

beyaz

ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki

haşhaşların arasından akar.

Ve Afyon önünde

Altıgözler Köprüsü'nün altından

gündoğuya dönerek

ve Konya tren hattına rastlayıp yolda

Büyükçobanlar Köyü'nü solda

ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp

gider.

Düşündü birdenbire kayalardaki adam

kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.

Kim bilir onlar ne kadar büyük,

ne kadar uzundular?

Birçoğunun adını bilmiyordu,

yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel

Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da

geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.

Dağlarda tek

tek

ateşler yanıyordu.

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki

şayak kalpaklı adam

nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden

güzel, rahat günlere inanıyordu

ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,

birdenbire beş adım sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saatı sordu.

Paşalar : «Üç,» dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar,

eğildi, durdu.

Bıraksalar

ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.

Saat 3.30.

Halimur - Ayvalı hattı üzerinde

manga mevziindedir.

İzmirli Ali Onbaşı

(kendisi tornacıdır)

karanlıkta gözyordamıyla

sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi

baktı manga efradına birer birer :

Sağda birinci nefer

sarışındı.

İkinci esmer.

Üçüncü kekemeydi

fakat bölükte

yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.

Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.

Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı

tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.

Altıncı,

inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,

memlekette toprağını ve tek öküzünü

ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için

kardeşleri onu mahkemeye verdiler

ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için

ona «Deli Erzurumlu» derdiler.

Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı.

Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı

ve gözünü kırpmadan

daha bir hayli yara alabilir,

yine de dimdik ayakta kalabilir.

Sekizinci,

İbrahim,

korkmıyacaktı bu kadar

bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp

birbirine böyle vurmasalar.

Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki :

tavşan korktuğu için kaçmaz

kaçtığı için korkar.

Saat 4.

Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.

On ikinci Piyade Fırkası.

Gözler karanlıkta, uzakta.

Eller yakında, makanizmalar üzerinde.

Herkes yerli yerinde.

Tabur imamı

mevzideki biricik silâhsız adam :

ölülerin adamı,

kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,

durdu boyun büküp

el kavuşturup

sabah namazına.

İçi rahattır.

Cennet, ebedî bir istirahattır.

Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,

meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir

Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.

Saat 4.45.

Sandıklı civarı.

Köyler.

Sarkık, siyah bıyıklı süvari,

çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.

Çukurova beygiri

kuyruğunu karanlığa vuruyordu :

dizkapaklarında kan,

kantarmasında köpük...

İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,

atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.

Geride, köylerde bir horoz öttü.

Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari

ellerinin tersiyle yüzünü örttü.

Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan

bir başka horoz vardır :

baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.

Düşmanlar herhal onu çoktan kesip

çorbasını yapmışlardır...

Saat beşe on var.

Kırk dakka sonra şafak

sökecek.

«Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».

Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde,

On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti

ve onların genci, uzunu,

Darülmuallimin mezunu

Nurettin Eşfak,

mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak

konuşuyor :

-Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var,

bilmem ki, nasıl anlatsam,

Âkif, inanmış adam,

fakat onun, ben,

inandıklarının hepsine inanmıyorum.

Meselâ, bakın :

«Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.»

Hayır,

gelecek günler için

gökten âyet inmedi bize.

Onu biz, kendimiz

vaadettik kendimize.

Bir şarkı istiyorum

zaferden sonrasına dair.

«Kim bilir belki yarın...»

Saat beşe beş var.

Dağlar aydınlanıyor.

Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.

Gün ağardı ağaracak.

Kokusu tütmeğe başladı :

Anadolu toprağı uyanıyor.

Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp

ve pırıltılar görüp

ve çok uzak

çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak

bir müthiş ve mukaddes mâcereda,

ön safta, en ön sırada,

şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın

yaşı yirmi birdi.

Kumral başını gökyüzüne çevirdi,

kalktı ayağa.

Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.

Şimdi bir hamlede o kadar büyük,

öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki

bütün ömrünü ve hâtırasını

ve yedi buçukluk bataryasını

ağlanacak kadar küçük buluyordu.

Yüzbaşı sordu :

- Saat kaç?

- Beş.

- Yarım saat sonra demek...

98956 tüfek

ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden

yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,

bütün âletleriyle

ve vatan uğrunda,

yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle

Birinci ve İkinci ordular

baskına hazırdılar.

Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,

beygirinin yanında duran

sarkık, siyah bıyıklı süvari

kısa çizmeleriyle atladı atına.

Nurettin Eşfak

baktı saatına :

- Beş otuz...

Ve başladı topçu ateşiyle

ve fecirle birlikte büyük taarruz...

Sonra.

Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.

Bunlar :

Karahisar güneyinde 50

ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

Sonra.

Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik

Aslıhanlar civarında

30 Ağustosa kadar.

Sonra.

Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.

Esirler arasında General Trikopis :

Alaturka sopa yemiş bir temiz

ve sırmaları kopuk frenk uşağı...

Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.

Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,»

Nurettin dedi ki : «Seni biz değil,

buraya gönderenler öldürdü seni...»

Sonra.

Sonra, 31 Ağustos günü

ordularımız İzmir'e doğru yürürken

serseri bir kurşunla vurulan

Deli Erzurumluydu.

Devrildi.

Kürek kemikleri altında toprağı duydu.

Baktı yukarı,

baktı karşıya.

Gözler hayretle yandılar :

önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları

her seferkinden kocamandılar.

Ve bu postallar daha bir hayli zaman

üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından

seyredip güneşli gökyüzünü

ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.

Sonra...

Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden

ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden

yüzlerini toprağa döndüler...

Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.

Kan içindeydi yüzü gözü.

Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.

Kaçanı kovalamıyordu yalnız

ulaşmak da istiyordu bir yerlere

ve sadece kahretmiyor

yaratıyordu da.

Ve kılıçların,

nalların,

ellerin

ve gözlerin pırıltısı

ardarda çakan aydınlık bir bütündü.

Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü

ve şu türküyü duydu :

«Dörtnala gelip Uzak Asya'dan

Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan

bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak

ve ipek bir halıya benziyen toprak,

bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

yok edin insanın insana kulluğunu,

bu dâvet bizim...

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

ve bir orman gibi kardeşçesine,

bu hasret bizim...»>

Sonra.

Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik

ve Kayserili bir nefer

yanan şehrin kızıltısı içinden gelip

öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,

Güneyden Kuzeye,

Doğudan Batıya,

Türk halkıyla beraber

seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.

Ve biz de burda bitirdik destanımızı.

Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,

Türk halkı bağışlasın bizi,

onlar ki toprakta karınca,

suda balık,

havada kuş kadar

çokturlar;

korkak,

cesur,

câhil,

hakîm

ve çocukturlar

ve kahreden

yaratan ki onlardır,

kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...



Nâzım HİKMET



939 İstanbul Tevkifanesi,

940 Çankırı Hapisanesi,

941 Bursa Hapisanesi.