5 Mayıs 2010 Çarşamba

Kağıt = Namus (mu??)

Kâğıt = Namus

"Kimse özgür olduğuna inanan birinden daha iyi köle olamaz."
Johann Wolfgang Von Goethe - 1749-1832


Bundan yaklaşık bir hafta kadar önce de, internette yayımlanan bazı belgeseller seyrettim. Kendilerince yeni ekonomik çözüm paketi sunan –daha doğrusu, sunduğunu sanan- ideler içeriyordu. Her idealist görüş gibi bazı doğrular üzerinden hareket etmiş ve üzerinde kurulduğu fikri de kendi hantallığı ile ezmiş fikirler gibi, tutarlı yerleri olduğu kadar, faraza beşeriyetten uzak halüsinasyonist yaklaşımlardan biriydi. Ancak yine de bazı soruları kendime sormama vesile olmadı dersem yalan olur.

Soru şu: “Para Nedir?”



Tabi, soru komplike olduğundan, cevapta, öyle basitçe verilemiyor.

“Başlamadan suçlu bulundu, Lidya’lılar..”

“Para nedir?” sorusunun altında, aslında “Para denen meret niye var?” Sorusu yatıyor. Ne olmuşta birileri, mal mal yaşarken –yanlış anlaşılmasın, malları değiş tokuş yapmak anlamında- mal = para, para = mal sendromuna tutulmuşlar. Sanırım, buğday verip, yiyecek et almakta çok zorlanmış olmalılar? (Kaldı ki, parayı aldığında yaptığı şeyde zaten bu değil mi?) O zaman mal verip, mal almak istemeyen birileri oluştu zaman içerisinde. Paranın insanlığa teşrif buyuruşu dönemsel olarak ilkel dediğimiz zamanlarda başladığından, cevapları da o topluluklarda aramanın daha yerinde olacağı kanısındayım.

Bir toplum hayal etmekle başlıyorum. İnsanlar kabileler halinde, daha doğrusu büyük aileler halinde yaşıyorlar. Böylece daha fazla işbirliği yapıp, el birliği ile tarlalarını ekip, ürünlerini topluyorlar. Hasat ettikleri ürünler kendi ihtiyaçlarını karşılamak için. Avadanlıkları ortak ve dolayısıyla her birey eşit faydalanıyor. Günümüz ölçü birimiyle on ton buğday hasat ediliyorsa ve o kabilede yüz kişi varsa, kişi başına düşen milli buğday hâsılası -10.000 / 100 = 100- yüz kilogram oluyor. Dert yok, kasavet yok… Bu toplulukta kişi niye paraya ihtiyaç duysun ki? Eğer canı kuzu eti çekiyorsa, kuzusu olan bir diğer kabileden, belli ölçüde buğdayına karşılık, bir kuzu alır ve geçer barbeküsünün(!) başına. Tabi bu kadar basit değildi yaşantı biçimleri ama özet olarak vermek gerektiğinde en yalın haliyle durum teşhisi buydu. Kimsenin özel mülkiyeti yoktu. Topluluklarda her şey herkesindi. Babadan oğla kalan ancak öğretilerdi.

O zaman maddi ölçü birimi olarak az bulunan madenler, aracı değer olarak kullanılmış olmalı. Mübadele yani trampa veya tam anlaşılır haliyle değiş – tokuşta yaşanan bazı sorunlar yüzünden kıymetli maden arayışları başlamış olmalı. Örneğin bir devesi olan adam devesine karşılık alması gereken tarım ürünlerinden ya fazlasını almak zorunda kalacaktır yâda zavallı deve ucuza gidecektir. Sonuç olarak değerli madenlerle bu işi çözmüş olmalılar? Ancak o topluluğun üretimi kişilerin ihtiyacından fazla olursa –ki buna Marks artı değer diyor- o zaman bu ürüne karşılık, tüketilebilir bir ürün almadan, maddi değeri her zaman yüksek olan farklı şeyler talep ediyor olmalıydı; İlkel kabilelerde kullanılan değerli ölçü birimlerini genelde şöyle sıralamak mümkündür; hayvan derisi, tuz, buğday, inci ve daha sonraları da altın, gümüş, nikel, kalay gibi az bulunur madenler.

Eee hala para yok ortada?

Topluluklar kabileler olarak yaşadıklarından, iş bölümleri yapılmak zorundaydı –her halde- Örneğin yaşlı erkekler tecrübeleriyle, hayvan avlamakta kullanılan silahlar üretmek için demircilik yaparken, yaşlı bayanlar çocukların bakımlarıyla uğraşıyorlardı. Genç erkekler avlanırken, genç bayanlar toprakların ekimiyle uğraşıyorlardı.

Toplulukların başka topluluklardan gelebilecek saldırı ve hırsızlıklara karşı da korunması gerekiyordu. O zaman toplulukların korunması için birkaç genç ve güçlü erkeğin bu işi yapması gerekliliği hâsıl oldu. Topluluk içerisinde hastalara bakacak tecrübeli insanlara ve kendi aralarında olaşacak husumet çözümleri için adil çözümleyicilere ihtiyaçlar duyulmaya da başlamışlardı. Birileri topluluğu koruyup gözetirken, birileri koloni bölgesinin temizliğiyle, birileri hastalara bakarken birileri de topluluk adına cezalandırıcı olmak zorunda kalmıştı. İşte devletçiklerin temeli de atılmış oldu böylece. Hukuk, emniyet, belediye, sağlık gibi devlet temelleri atıldıkça bu alanlarda iş gören insanların ihtiyaçlarının karşılanması adına vergi sistemi devreye girmiş ve hak ile ihsan olma serüvenimizde, ıslahatı maslahat güzergâhında hızla ilerlemiş bulunuyoruz. Paraya hala ulaşamadığımızın farkında mısınız?

Oluşan devletçiklerin kendi bölgelerinde ki egemenliği, elinde bulundurduğu artı değerlerle ölçülür olmalıydı. Öyle ki, daha fazla koruma görevlisi çalıştırmak, daha fazla ürün üretmeye zorluyordu onları. Yapacak iki şeyleri vardı. Ya daha fazla fedakârlık yapacak ve ürünlerinden daha fazlasını vererek kendilerini koruyacaktılar yâda daha fazla üretim yapıp kendilerine ve çalışanlara pay edecektiler. İkinci seçenek mantıklı gibi ise de, ekolojik şartlar ve çalışma süreleri buna fırsat vermiyordu. Birinci seçenek ise kendilerinden fazlaca fedakârlık olacağı için, üçüncü bir seçeneğe ihtiyaç duymaya başlamıştılar. Ne olabilirdi acaba? Kendileri adına çalışacak ve mal üretecek ama ürettiği maldan kendileri kadar pay almayacak bir çalışma topluluğuna oluşturmaya karar verdiler. İşte kölelik düzeninin de, temelleri atılmış ve bugün orta ismi Hüseyin olan, esmerin bronzlaşmışı renkli ırka davetiye göndererek iş teklifinde bulundular. Teklif şöyleydi. Gelin bizim söylediğimiz işleri, bizim söylediğimiz sürece ve bizi memnun etme çaba, liyakat ve azmiyle yapın, bizde sizin karnınızı doyuralım ve gereksizliğinize karar verdiğimizde sizi ya öldürelim yâda süründürelim. İnanıyorum ki siyahî insanlar da koşarak ve sevinerek; - Yaşasın, artık bizimde yüzyıllar sürecek bir mücadelemiz oldu, diyip o yurtçuklara gelmişlerdi.

Ahkâm-ı şer-iye’ye de nifak-ı melunluk olunmaz tabi. İnsan yediği kaba pisler mi hiç? Ama bazı terörist ruhlu, anarşist tipler başkaldırınca, o zaman da bu insanları kontrolde tutacak umut vaat etmek ve yaptıkları şeyleri otokontrol sistemiyle baskı altına almak adına, yeni bir sistem devreye sokmak icap etti. Sentetik Din (Sentetik = doğal olmayan). Felsefi görüşlerin, yaratıcı ve doğru arayışının en temel dayanağı olan bu sistem, korumasız olanlara biçilmiş kaftan gibi oturdu. Benim bir sahibim var, o da benim! Eninde sonunda bu sistemin içerisinden kurtulacağım! Kendi tarlamı ekeceğim! Benimde bir karasabanım olacak! Pembe olmasa bile en azından panjurlu bir kümesim olacak, umut ve mücadelesi gibi anarşist yaklaşımların önüne geçecek ve başkaldırının yanlış olduğunu, itaatin gerçek insani duygu olduğunu aşılayacak, içsel verilerin kölelere dayatılmasına derhal başlandı. Tabi iyilikten anlamayan bu köle milleti, bunu da sahiplenip, şekillendirmeye, asiliklerini ve içselliklerini derlemeye, organize etmeye başladıklarında, toplumcuklar bu konuda da hemen kendi kontrollerinde ki din bilincini şekillendirme başlayıp, ruhbanlar oluşturdular. Her şey onların kontrolünde olmalıydı. Öyle de oldu. Bugün yerkürenin çeşitli bölgelerinde, çeşitli şekil ve düşünce biçimleriyle oluşturulan Sentetik Din’ler emperyalist ve kapitalist düzenin öğreti ve zorlamalarıyla şekil bulmuştur.

Kölelerin uzak ve farklı yerlerden getirilmesi gerekliliği, kendi iç güvenlikleriyle ilgili en önemli sorundu. Zira yakın topluluklarda ki insanları köle yapmak, o topluluklarla olan ticari ilişkileri ve güvenliği zedeliyordu. İki yakın topluluğun zıtlaşmaları da bir maliyet sorunu olarak görülüyordu. Daha fazla koruma, daha fazla üretim, hay Allah yine sorun, yine sorun. O nedenle kölelik bir ticari sektöre dönüşüp, insanlığın cinsellikten sonra ki en büyük sektörü olmuştu. Hoş, iki sektörde aynı aslında ama fraksiyon farklılığı var, biri hizmet diğeri mal üretiyor.

Devleti oluşturduk, kurumları kurduk, zengin ve fakir ayrımını da siz yapın artık. Bu devletin halkın elinde bulunan ederlere yani depolanabilir, az bulunur cevherlere ihtiyaç duymasıyla, daha fazla ihtiyaç duyması, düzeltiyorum hepsinin bir fazlasına ihtiyaç duyması çok zaman almadı. Halkın elinde altınlar, yakutlar dolaşırken güvenlik büyük bir sorun oluyordu. O zaman halkın elinde bulunan ederler devlette olmalıydı ve devletin elinde bulunan ederlere karşılık, devlet garantisinde bir şeylerde halka dağıtılmalıydı. Bu sorun oldukça zaman aldı. Ne olabilirdi? Devlet, vatandaşının elinde bulunan altını alarak ona demir verecek değildi ya? Yoksa verecek miydi? İşte en sonunda saçma bir fikirden, bütün dünyanın kaderini değiştirecek dâhiyane buluşa geldik. Devlet vatandaşlarının elinde bulunan bütün ederlere karşılık onlara, kendi (?) garantisinde demir parçacıklar dağıtmaya başladı. Üzerinde bulunan değişik şekil ve yazılarla değeri kendinden menkul bu demir parçaları çeşitli ederlere eşit hale geldi. Madeni değeri üzerindeki yazılı şeklin onda hatta yüzde biri değerinde bile olmayan bu parçacıklar, kendi ağırlığında ki altınlardan bile değerli hale gelmeye başladılar. Elli gram meskûkât (eskilerin bozuk paralara verdiği isimdir) demir parçası, yüz gram altınla aynı değeri taşıyabiliyordu. Çünkü devlet o metal parçasını getirene, üzerinde yazılı olan değer kadar altın vereceğini garanti ediyordu. -Kapitalizm sen nelere kadirsin- Sonraları metallerden de kısmen vazgeçilip hammaddesi ve işçiliği kolay olan kâğıda geçilmiştir. Her neyse, artık elimizde bir para var ve bu paranın karşılığında devlet garantisinde altın var. Bu hali bile ehven-i şer iken daha sonraları işler çığırından çıktı. Şöyle ki. Devlet, kamu yararına (-ki bu yararların, ne olduğuna kamu yerine devlet karar verir) yapması gereken işlerde kullanılmak üzere, halktan zorla aldığı paraları (vergi, halktan devlet adına zorla alınan paradır, zaten keyfe bırakılırsa kimse vermez) ne hikmetse, halk yerine, ticari faaliyetlerde bulunan tüccarların menfaati ve devlet adı verilmiş hizmet erbabı için ve savurganlıkla kullanılmaya başladığında, daha fazla vergiye ihtiyaç duyar oldu. Bu ihtiyaç o kadar fazla ki bugün, Ülkenin tamamında üretim yapılsa ve bu ürünlerin tamamı devlete verilse bile, devlet harcamalarını karşılayamaz hale gelmiştir. Yeni para kaynakları yaratmakta mümkün olmadığından yapılacak iki şey vardı. Birincisi, başka bir devletten kendi harcamaları için borç almak, ikincisi başka bir devletin gelirlerine şiddet, cebir ve darbe ile el koymak, yani bir başka devleti köle edinmek. Doğu, uzak doğu ve Afrika’da birinci tercih geçerli olmaya meyilleşirken, batı ikinci ve halkı için daha az zararlı olan yolu tercih etmişti. Ülkeler hazinelerinde bulundurdukları altın ve ederler miktarınca dış piyasada para bulundurabileceğinden, miktar fazlası emisyon yönelişi gayri ihtiyari olarak paranın değeri yani mal ederi düşecektir. Basit bir örnekler anlatayım. Benim cebimde bulunan para miktarının değil, ne kadar altın aldığı dış piyasada önemlidir. A ülkesinde, bir gram altın on para ederken, B ülkesinde bir gram altın beş para ediyorsa efektif olarak A ülkesinin iki parası B ülkesinin bir parasına eşit olacaktır. Çünkü altın dünyanın her yerinde altındır. Aslen zayi olan para değil, o ülkede yaşayan halkların diğer ülkede yaşayan halklara zayiatıdır. Efektifte bir Amerikan parası, bin Somali parası ediyorsa, evrensel kapitalizmde de bin Somalili her zaman bir Amerikan vatandaşına eşit olacaktır. Paran kadar kıymetlisin yâda zıttı da doğrudur.

O zaman sorunuzu tekrarlayalım. “Para Nedir?” Para, bir ülkenin kendi halkına olan borcudur. Yani para = borçtur. Ülke hazinesi bu borcu sirkülasyon edebilmek için yeni arayışlarla kıvranmak zorundadır. Çünkü devletin personel ve kamu yararına olan harcamaları ile tüccarlar ve şirketler için zorunlu bütçe oluşturması, kendi bekasının gereğidir. Para ve getirim varsa ancak devleti devlet yapan personel var olacağından (-ki devleti oluşturan ana neden halkına hizmettir) paranın olmaması yâda başkasından alınımı da yok olmanın tellâliyesidir. Daha da net söylemle dile getirelim. Para yoksa devlet yok, devlet yoksa koruma yok, koruma yoksa yaşasın kölelik! Peki devlet sirkülâsyonu nasıl yapacak? Aklın yoluna baktık gelen şu; vergi toplayıp, denetim yapıp, hizmet üretip para kazanacak. Kazandığı para kadar hizmet edecek. İyi de gelir beş iken, gider on beş ise, he o zaman, İlk akla geleni, kendi halkından borç almaktır ki buna iç borç deniyor. Sonuçları vahim ötesidir. Çünkü parayı verenin düdüğünü çalmak zorunda kalacaktır. Tarihte örnekleri bol miktarda vardır. Öteleme, yanı fasit daire içine girme tehlikesi vardır. Bunu biraz açalım. Devlet on liralık bütçesinin, on beş liralık yaması için daima yirmi lira borçlanacaktır. Faraza ülkenin bir yılda ki toplam gelirlerinin on lira olduğunu kabul edelim. Bu geliri çeşitli harcamalarla bitiren devletimizin yılsonu itibariyle beş liraya daha ihtiyacı var kabul edelim. İşte bu beş lira için on lira borçlanacaktır. Yahu benim devletim bunu yapmaz beş lira ise o kadar borçlanır gibi safça bir düşünceye düşmeyin çünkü devletler daima hazinelerinde artı değer bulundurmak zorundadır. Periyotlar halinde ki bu borçlanma önü alınamaz çöküş ve kişiselleşmiş yani diktatörleşmiş devletleri doğurmuştur.

Yâda biraz önceki yollardan birini deneyecektir. Dış borç veya savaş. Her hali aşikârda, hazinede var olmayan eder için oldurma çabaları kısırdöngüye girer. Oysaki ekonomistler, bütçe daraltarak, yani devlet harcamalarını kısıtlayarak çözüm arama gafletini sürdürmeyi maharet arz ederler. Bu mümkün değildir ve olamayacaktır ve örneği yoktur. Sağlık, eğitim, barınma, ulaşım gibi halka, yani kamuya hizmet harcamaları her zaman devlet bütçelerinin en küçük harcama kalemlerini oluşturmuştur. Oysaki daha önce alınan borçların faizleri, borç ödemleri, savunma, personel gibi harcama kalemleri devletlerin en büyük bütçe rakamlarını oluşturur. Niye peki? Çünkü biraz önce kurduğumuz model ülke örneğini ele alırsak, on kişilik bir toplulukta, her fert çalıştığında üç kilo buğday hak ediyorken –ki toplam üretim otuz kilo eder. Bu ülkenin iki ferdi çalışmadan on’ar kilo alıyorsa, kalan on kilo asla sekiz kişiyi doyurmayacaktır. O ülkenin iki kişisi on’ar kilo almaktan vazgeçmediği sürece, kalan sekizi doyurmanın yolu yoktur. Aklın yolu birdir ve bu acı gerçektir.

Örnek teşkil etmesi adına yazıyorum, ABD’nin kütlemiz üzerindeki para miktarı 120 trilyon dolar civarındadır. Oysaki FED’in (Amerikan Merkez Bankası) elindeki eder ortalama 14 trilyon civarındadır. Yani Amerikan parası değerinin 14 kat altında olmalıdır. Toplam parasının ortalama %70’i sanaldır. Yani olmayan ama yalnızca bilgisayarlarda işlem gören suni paralardır. Bu suni parayı var gösteren ise Amerika’nın dünyanın çeşitli yerlerinde kurduğu yedi yüz askeri üssünün savaş politikasıdır.

Hiç yorum yok: